Salyangozun Derdi Ne?

Her gün zihnime hapsettiğim bir şeylere dönüşüyorum. Usanmadan şekil değiştiren bir karakterin arsızlığının arşivindeki hikayelerimle varım...

Başımıza bir şey geldiğinde hepimiz, şöyle yapsaydım böyle olmazdı,
şöyle olsaydı böyle olurdu gibi derya deniz sayıda kendimizi kusurlu bulan olasılık uydururuz. Nedendir bilinmez ancak; hemen her seferinde olumsuz örneklerden bir demet olasılık olur elimizde. Aslında her negatif olasılığın karşısında onu taban tabana çürütebilecek karşılığı mevcuttur ancak o anda biz bunu görmeyi tercih etmeyiz. Hatta bunu görmeyi tercih ettiğimiz zamanlar elbet vardır diyebiliriz. Bu durum genelde sevdiğimiz birinin başına bir şey geldiği zamanlarda çıkar ortaya.
Kendimize yapamadığımız üretkenlikle karşımızdaki kişiye hemen pozitif bir demet oluştururuz. Mis gibi şefkat kokan, mavi renkli içi umut dolu yumuşacık olasılıklar.
"Yok canım, neden kendine bağlıyorsun olayı, suçlama kendini, bak hem o istese böyle yapabilirdi" ya da "kendine çok yüklenme, sen elinden geleni yaptın."
En sevdiğim kısma
geliyoruz :) OLACAĞI BUYMUŞ! Ve kendi negatif olasılıklarıyla
kendine ince ince faça atan arkadaşımızı durdurmaya çalışırız. Ki genelde de işe yarar!
Aslında onun çektiği acı tanıdıktır bir şekilde. Kendimizden biliriz, bize yapılsa ve yapıldığında ne olduğunu. Bu ön görüyle hemen arkadaşımıza pozitif olasılıklarla pansuman yaparız. Acısı bir nebze de olsa diner ve rahatlar.
Bizim de başımıza bir şey geldiğinde iç sesimiz tıpkı o arkadaşımızın kendini suçladığı gibi hep bizi suçlar. Genellikle kendi elimizle kendi kulağımızdan çeker, olayın kötü karakteri ilan ederiz kendimizi.
Peki kendimiz için uydurulmuş tonlarca olasılık nasıl oluyor da hep negatif? Neden hep birer şeffaf faça? Neden sınırsız hayal gücümüzle onlarca olasılık uydurma hakkımızı kendimize gelince, ya da bazı zamanlarda negatif olandan yana kullanıyoruz?
Acaba insan ilgi görme ihtiyacını bu şekilde de karşılıyor olabilir mi? Çünkü sınırsız seçeneklerin içinden negatif
olanda ısrarcı olmak veya onu referans almak ya ilgi çekmek için ya da niyet olarak iyi bir niyete, kalbe sahip olmadığımızdandır gibi geliyor bana. Tamamen kötü kalpli ilan etmek yanlış olur ancak O ANDA iyi niyetli olmayı tercih etmemek gibi bir seçim...
Yalnızca diğer seçeneği düşünerek hem kendimiz hem başkaları da mutlu veya huzurlu kalabilecekken, bunu gerek farkında olarak gerek farkında olmadan yapmak, bir insanın gününü en kolay şekilde berbat edebileceğini düşünmemi sağlıyor.
Bazen huzur, yürüdüğün yol kenarındaki ağaca asılmış bir torba kadar gözünün önünde olur. :)


Eskiden faydaya yönelik bilgi ve bu bilgiye ihtiyaç duyan insanlar ile paylaşım inisiyatifi, iletişimin gerekliliğini besleyen unsurlardan biri olsa gerek . Ya da 'sohbet' kavramı insanlar arası ihtiyaçların belirginleşip , yardımlaşma olgusunun gerçekleşebileceği ortamlara ön ayak olmuştur gibi geliyor bana.
Bazı insanlar yaşama ve canlılara verdikleri önemin büyüklüğü ve sahip oldukları hassasiyetle , koruma ve geliştirmeye yönelik yöntemleri edinip bunları her ihtiyaç duyduğunda kullanabileceği hafızasında tutmuş. bu onu etrafında yaşayan insanlardan ayrıcalıklı tutup 'danışılan insan' olmasını sağlamış. Bu insanın bu bilgilerine erişmek isteyenler onunla bir araya gelerek , bir iletişim modeli oluşturup işlerine yarayacak bilgileri kendilerine de transfer etmişler. Yani eskiden bilen kişi gayet ayırt edilebilen biriymiş. 'bilgi' faydaya yönelik , ihtiyaç karşılamaya yönelik olduğu zamanlarda çok kıymetli. Bilmenin kimseye faydası olmayacak bir şeyi öğrenip, bunu paylaşmak geyik sohbeti dediğimiz şeyi başlatmış olsa gerek. Burada iletişimin sade ve sadece çıkara yönelik olması gerektiğini falan söylemiş değilim . Faydalı bilgi yoğunluğunun gittikçe azalması hem gerçek bilgili kişilerin hem yaşamın algılanma biçimini tamamen değiştiriyor. Öyle ki her konuda bir şeyi bilen kişiler 'çok bilgili' örneğin timsah görme ihtimali sıfır olan bir coğrafyada timsahların çeşitlerini ezberlemek, sevdiği sanatçının ayak numarasını bilmek gibi... Yada bir konu üzerine fanatikleşmek ...
Gerçek bilgi kişiye ve yaşadığı topluma fayda sağlayan içerikler olsa ve bunları en çok bilen kişilerde bilge olsa . Ve herkes birer bilge olmaya çalışsa... Ancak bilgi ve aktarım methotları insana yakışır bir biçimde iyi niyetli , tamamlayıcı ve geliştirici kavramlarından uzak .. satılabilen , varlığı hususunda hava atılabilen bir kaynağa dönüşmeye başlamış. Gitgide bildiği kişiden bağımsız istiflenebilir bir hali alması durumu menfaatçilik sağlamak isteyen insanların gözünden kaçmamış. Ve günün birinde birileri türlü türlü yerlere yazılmış gerekli gereksiz bilgileri AĞAÇLARI öldürüp cesetlerinin üstüne yazmaya başlamış ... Birileri de kısıtlı olan hafızasını ve ömrünü unutup kendine ağaç tabutları olan kütüphaneleri oluşturmuş. En çok iyi bir niyet ve ardından gelişen sohbete yakışan BİLGİ bir köle misali mürekkep prangaları ile ağaç cesetlerinin içine hapsedilmiş. Bu şekilde varlığının kimseye faydası olamayacağını düşünmek aşikar.
Yazılanların doğruluğunun kanıtının peşine düşmek eminim ki yazılmasına harcanan emek ve zamanın yüz katını ister. Bu sebeple okuduğumuz şeylerin doğruluğunun veya faydalı olup olmadığının ne derece tutarlı olduğunu bilmeden ediniyoruz kitapları. İki insana ne de güzel yakışır sohbet etmek , yardımlaşmak , paylaşmak... Tabii ki okuyalım . Yazının ana fikri okumamak değil. Bilinçli düzeyde okumak, kitap tüketimini okuduklarımızı elden ele ulaştırıp en aza indirmek. Daha fazla sohbet etmek. Faydalı bir bilgiyi herhangi bir yorum eklentisi yapmadan birileri ile paylaşabilmek. Bir şeyi sadece bilmenin faydasındansa , bilip uygulayabilmek ve akabinde birileri ile paylaşabilmek o bilgiye sahip olmak demek. Kitap sahibi olmak, hatta çoook kitap sahibi olmak biz hayata katkı sağlamadıktan sonra neye yarar ki?
Biz okuyoruz ağaçlar ölüyor, ağaçlar ölüyor biz zaten ölüyoruz...

Şu an 16 Şubat saat 00.47 üst katta bir kadın sesi geliyor, muhtemelen dayak yiyor ... Sesler çok tanıdık. Siz bilmezsiniz! Duvara çarpan genelde önce kafan, sonra çığlığın olur. Gözyaşı ile karışan çığlık ,detone bir şekilde çekilen acının önüne geçer. Geceler... Çığlıkları bedene indirme enstitüsü! Çünkü bazı acılar sabahları izleri ile beliriverir. Kendimden biliyorum. Kaç sabah bedenimden çok beynimin eti acıyarak uyandığımı...

Bazı çocukların çiçekleri yaralarıdır. Her bir yara gelecekte neden kaçması gerektiğini anlatan bir işaret gibi.. Yukarıdaki kadında belki çocukken hiç dayak yememiştir kim bilir. Ama şu an evin kum torbası rolünü gerçekleştiriyor. Ve deneyimli olduğu, beklediğimden daha kısa süren bağırmasından belli. Size vuran kişinin sizden ses çıkmayınca daha az vurduğunu keşfettiğinizde kendinizi daha akıllı hissedebilirsiniz! Bazen babanızdan daha akıllısınızdır ve sık sık.. Ben bu konudan uzaklaşalı nerdeyse 16 yıl oldu . Bazen içimi ölümden dönmüşüm gibi bir his kaplıyor. Bugün de öyle oldu. Derin bir nefes aldım hem de tereddütsüz, tek seferde! Eskidendi o yarım yamalak nefesler.

Tabii ki her gün kendi sonumuza doğru yaklaşıyoruz. Ama büyüdüğüm evden uzaklaşmak; bir kazadan yırtmak gibi, uçurumdan düşüp te ölmemek gibi . Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Ama çocukluğumun çiçeklerini kuruttum çoktan...

Şimdi kitapların arasına , hatta satır aralarına giriyorlar.

Şehrin kafası karışık bu sabah
Parçalı bulutlu ..
Saksağanlar azarlıyor egzozları.
Kedinin obsesif dili bizi de
temizlese rahatlasak
Günahlardan..
Ağaçların içi görünüyor yahu!
Sen ne müstehcen bir mevsimsin bahar ?
Yağmurla yaptığın dedikodu ilişti kulağımıza..
Güneş sana dargın haberin olsun .
Mahreme hürmet beyaz örtülü masada bekleniyorsun .
Sorgulaması süren bir saksağanın mevkisi bazen sokak lambaları ...
Yaşanacak bir şeyler var mı sorusunu aydınlatan ...
Altından geçerken el ele .
Yollara düşen her bir 'hal' tanesi upuzun beyaz şeritlere konuşlanmış.
Yol boyunca anlatıyor şahitliğini ...
Asfalta karışan ayrılıklar kasis!
Tükürdüğünü yalayanların u dönüşü beklendiği kadar muhteşem olamadı.
Bi de üstüne Dönek lakabını aldılar.
Bazı kavşaklar tek bir harfle durumu idare ediyorlar.
Kilometresine hürmeten sözü dinlenir bazı yolların.
Onlar tarafsız... Ne A noktası ne B
Onlar bazen şiir , bazen müzik , bazen anılar...
Asfalt döşeli kalplerimizde kim bilir kaç kaza oldu ..
Ya da egzozuna teneke bağlanmış kaç woswos geçti.. Mutluyuz yalanı ile.
Kask takmayan kaç kadın yan yatıp sürüklendi kaza sebebine ...
Kendine münhasır, kulakları kabartmış anlam peşinde...
Belki biraz yavaş gelebilir size , ama o, geçmiş ve gelecek içinde anlıyor.
Ondandır tüm dikkati.
Seneye de giyersin gibi !
-----
Geçen de ömür , seni bekleyen de ömür .. Ama beklemediğin ölüm anlatıverir. Hatta kulaklarına fısıldar.
Bitti...
Senin kulağına değil tabi..
Peki söyle bakalım ;
Kim sessiz ? Kimsesiz!
Bir de salyangoz... sesi yok , antenleri var.
Simleri var arkasında bıraktığı.
Bilgece... anlayana.
Asıl görmek göz ile değil sanki , anlamak ile.
Canım salyangoz . Bana da öğret sukunetini ,bana da öğret bilgi demleyip sim üretmeyi .
Ben ölünce simlerim kalsın arkamda ... benim arkamda ama onların önünde ...
Işık olsun .
Senede bir kaç kez babama yardıma giderim dedi .Amasya ile Amasra'yı karıştırdığımı hiç belli etmeden dinledim :) Ceviz ağaçlarının ona ne kadar iyi geldiğine her dönüşünde şahit oluyordum. Yani üzüm bağlarının da etkisi yadsınmaz ama ceviz ağaçları bir başka onun için. Yine bir gün bizim ki gidiyor Amasya'ya . Valizini hazırlıyor. Gözüm takılıyor Lacoste yakalı 2 tişörtü koyuşuna. Diyorum daha rahat tişört alsana salaş . Şöyle tiril tiril . Diyor ki onlar akşam için. Bizimkiler sıfır yaka sevmez . Bizim oralara yakalı sever . Yani aklıma daha 1 saat önce birlikte okuduğumuz Şükrü babanın şiiri geliyor . O biliyor detayını.. :) Toprak ile haşır neşir olurken bile muhafazakar kalmayı başarabiliyor köyde yaşayanlar. Yani şimdi onlara gidip hava alan uzun kollu klima özelliği olan tişörtlerden bahsetmek vardı. Alacağımız tepki net . Şeytan işi bunlar hatta komünist işleri de gelebilir akabinde... en basit haliyle gavur işi... ya da ona o para verilir mi git işine ! İnsanlar yaşadığı toplumda gelişen teknoloji ve güncellenen şartları ısrarla neden kabul etmek istemez bir türlü anlamamışımdır. Yani tamamen kapalı olmaları yeniliğe ,kendilerine yaptıkları en büyük kötülük olsa gerek . Bi esneyememe problemi. Daha büyük şehirlerde yaşayan yakınları onları ziyaret etmek için bile olsa yanlarına geldiğinde; Kendilerini yadırgamayacakları bir hale sokuyorlar kendilerini .Sonra bunu EDEP olarak sunuyor ve karnemize artı koyuyorlar sanırım. Kendilerindeki yetersizliğe eksi koymak ne mümkün. Onlar tam hep .Doğal olmayı 'tek doğruluk' sanıyorlar bir yandan .Doğal olmak ve kalmak doğaya mahsus bir kavram bence .İnsan nasıl doğal kalabilir ve neden kalmalıdır ki? İnsan kendini güncellemek zorunda. Çalışmak için , üretmek için hatta doğru tüketim için bile kendini güncellemek zorunda.

Uzun ve beyaz çubuklardan çıkan dumanlar ile ağızlarını griye boyayan insanların ,
market reyonunda olması gerektiği son günden bir gün daha fazla kalan mülteci sütlere yaptığı muamelenin anlamsızlığı
küçük bir detay idi hayatımda...
Ağzından çıkanlar konusunda o kadar da dikkatli olmayan insanın
ağzından içeri girecek bir sütün üstündeki rakamlara bu kadar dikkat etmesini kendime açıklamakta zorlanıyorum.
Aynı insanları ucuz tütün kokan sararmış elleri ile ekmeği taciz ederken yakaladığımda
kaç kez ihbar etmek istemişimdir...


O kadar yoktu ki ...
Biriktirme ve koleksiyonculukla ilk tanıştığım yaşlar sekiz idi.
Mahalledeki döşemecinin attığı artık, küçük ve şekilsiz kumaşları biriktiriyor idim.
Bazılarıyla bağ bile kurmuştum. O çöpe atılan küçük kadife bez parçaları benim oyuncaklarımdan bazıları olmuştu.
Çokomel ya da Halley'in sarılı olduğu jelatini çiteleyip kendime sim yapmayı öğrendiğim gün, kendimi hem zeki, hem mucit hissetmiş idim. Ayrıca boğazlı kazakların boğazını kesip saç bandı yaptığımı da hiç bir arkadaşım çakmamıştı!
Abimin bir bahçede bulduğunu iddia ettiği basketbol topu... markası Mikasa. Sadece zenginlerde olabilen!
O topla top sektirmeyi de öğrenen bendim.
Babamın kıskançlık krizlerinden kaçarken bir erkeğe dönüşüyordum az kalsın.
Babamın bana vurduğundan daha az olan 1853 kere topa vurabildigim doğrudur!
Top sektirme rekorum var benim... bir kız çocuğundan ırak, görmüş gözlere yakın. Özgeçmişime tüküreyim!
Kum torbasıyla empati yapabilirim!
Yeterince akıllı olamamanın suçunu ranzanın demirlerine atmak kolayıma geliyor belki, belli ki.
Yoksa babamdan nefret ederim..

Kırk yaşına geldim vesselam, Sağ kaldım, yaşadım da, bir babanın kızı, bir abinin kız kardeşi olamadım...
Bazı geceler gözlerim, kaderime yağıyor saatlerce.
Yaşayamadığım çocukluğum ve genç kızlığım için kime hesap soracağım şimdi?! Babamın kalbi sağır!

Bazı insanlar, kendilerini daha rahat hissetmek istedikleri anlarda çeşitli yollara başvurabiliyor. Bu, bulunduğu yere her zamanki halinden daha özenli giyinip gitmek olabileceği gibi, biraz alkol veya sakinleştirici bir ilaç alıp gitmek de olabiliyor.

Kendi için en uygun yöntemi seçtiğine inanan kişi bu yöntemi kendi hayatında bir rahat ve özgüvenli hissetme standardı haline getiriyor.Bu durum küçük yaşta yaşadığı bir travmanın etkisi olabileceği gibi ,bulunduğu çevreye özenmesi , uyum sağlama isteği de olabilir.. Kendini dış bir kaynak ile daha iyi hissetmeye alışan insan için, bulunması gereken yerin kendisine verdiği huzur, telaş veya özgüven eksikliğinin yoğunluğuna göre kendisine takviye ettiği yöntemin yoğunluğuda değişiyor. Her halukarda herkes herzaman kendine güvenen biri olmak ister. Ve insan ömrünün değişmez tek başlığı değişim iken gün geçtikçe seçmiş olduğu yaşama biçimlerine adaptasyon sağlayabilmek adına dış takviyesinde çeşitlilik veya doz artımı yoluna gidebilir. Bağımlılıkların ana iki sebebi değil midir ? Kendini kötü ve değersiz hissettiğinde veya çevresine uyum sağlayıp onlara özenerek girmemiş midir o yola .. Ben bu seçimi yapan arkadaşların OT ORTALAMASI döneminde olduklarını düşünüyorum. Dolayısı ile dış bir takviye ile kime dönüştüklerini belki de kendileri bile bilmezken çevrelerinden anlayış beklemeleri ise ayrıca ironik … Yani OT ORTALAMASI : ZAYIF !

'kullan at' ruh halini kullanıyordum bir zamanlar .
Tutabildiğim onca şey arasında Kin yoktu.
Büyüdükçe dünden kalma hadiselerin davranışlarıma kıyafet olmasına izin veriyordum. Küslüklerim upuzun , yerlere değiyor. Sesim özgürlüğün mavi tonu. Kulağımda güneş küpelerim olsaydı hep.
Özgüven eksikliği saçlarıma vurmuş, tırnaklar ağrır mı ?
Ruhuma batan hayal kırıklıkları, birde en kırmızısından yalanlar ağzımda...
Kovulan uykular rencide olmuş .
Gülüşler kısık sesli ,bakışlar istikrarsız.
Yolun yarısının hasılatı !
Seneye de giymek istemiyorum anne!

Olmak istemediğinden kaçarken, olmak istediğine doğru koşmak ile,
birşeyden kaçmadan olmak istediğine doğru koşmak arasında büyük fark var.
Travmalı insanlar kaçmadan koşmanın keyfini bilemezler çoğu zaman.


Bu düşünce üzerine söyleyecek çok şey var.
İnsanların motivasyonları ve hayatlarındaki travmalar, onların hedeflerine ulaşma modelleriyle ilgili belirleyici unsurlardır diyebiliriz.
Bir şeyden kaçarken olmak istediğine doğru koşmak, genellikle bir tür acıdan, eksiklikten, rahatsızlıktan kaçınmak anlamına gelir. Bu durum, kişiyi sürekli tetikte ve huzursuz bir durumda tutabilir. Kaçmanın verdiği huzursuzluk, hedefe ulaşmanın sevincini gölgede bırakabilir. Böyle bir durumda, kişinin odağı genellikle kendini güvende hissetmek olur, bu da gerçek anlamda hedefe ulaşmanın keyfini çıkarmayı zorlaştırır.

Öte yandan, bir şeyden kaçmadan olmak istediğine doğru koşmak, kişinin pozitif bir motivasyonla hareket etmesi demektir. Bu, daha bilinçli, özgür ve keyifli bir süreçtir. İnsan, içindeki arzuları ve hedefleri kucaklayarak, onlara doğru adım adım ilerler. Bu süreçte kişi, her adımdan keyif alır ve hedefine ulaşma yolculuğu, kendisi için değerli bir deneyim haline gelir. Yolculuğu ona apayrı bir keyif verir.

Travmatik deneyimler yaşayan insanlar için, bunu söylemek çok zor. Travmalar, insanın iç dünyasında derin izler bırakabilir ve bu izler, sürekli bir kaçış hissi yaratabilir. Ancak, iyileşme süreci ve doğru destekle, bu insanlar da zamanla pozitif motivasyonlar geliştirebilir ve kaçmadan koşmanın keyfine varabilirler.

Sonuç olarak, yaşam şeklimiz ve koşma biçimimiz, iç dünyamızdaki dengeye ve ayrıca travmalarımızla nasıl başa çıktığımıza bağlıdır. Travmalarımızla başa çıkmak ve pozitif bir motivasyonla hedeflere doğru ilerlemek, belki de hayatın en zor ama en değerli yaşam metotlarından biridir.

Etrafta gerçek çocuk kalmadı...
ve eyvah !
Etrafımız küçük adam ve kadınlarla sarıldı. Bir çocuktan korunmak kimin aklına gelirdi ki
kondom dışında ?

Sanki tüm çocuklar kendilerinden büyük bir kıyafetin içinde rol yapıyor.
Bir çokları ahkam kesen ahmaklar gibiler.
Aileleri ve toplumun yanlış yönlendirmeleri ile ordan oraya koşuyorlar
istikamet mutsuzluk !
Her bir adımda kendinden uzağa düşüyor.Kendi yolu yanı başında onu beklerken ,
başkalarının geleceği içinde kaybolup duruyor...

Senin rengin tüm renkler çocuk.
Avuçları boya olsun , üstü başı olsun.. göz kapağı olmasın.
hele ağzına çikolata bulaşan çocuğun ne ara ruj ile kirlendi dudakları ?


Hani senin damperli kamyonun?, hani saçları silgi kokan lahana bebeklerin ?
Peki ya sushi bilmemezliğinde yatan o kusursuz şapşallık...


Gelecek bir gün zaten gelecek..
ÖNE ÇEKİLEN gelecek
ZAMAN KURTLARI İLE GELİYOR ve KEMİRİYOR BUGÜNÜMÜZÜ.
Yarına heyecan gerek!

Bu adı kendini yaşamda tutmak üzere bir hayli mücadele vermiş, kendi savunma mekanizmasını bir kirpiye yakın hisseden kendime uygun buldum. Hiçbirimiz aynı şartlarda dünyaya gelmiyoruz. Varlık ve yokluklarımızın farklı olduğu yetmiyor gibi, bunlara yüklediğimiz anlamlar da farklı. Örneğin annesiz bir çocuk annesizliği dert ederken, başka biri kendisine çok kötü davranan bir anneden ötürü dertli olabilir. Ya da birinin çok fazla mal varlığı olsa da sorunlu bir evliliği vardır, tezadında biri yoksul ancak huzurlu bir evlilik sahibi de olabilir. Ayrıca her iki koşulunda negatif veya pozitifin olduğun örnekler de az değil...

Dikkat çekmek istediğim şey şu: sahip olduğumuz ve olmadığımız koşullara ve bu durumların farkındalığına göre her geçen gün karakterimizde bazı değişiklikler veya tamamlanmalar olabiliyor. Yokluk görmeyen biri yokluk nedir bilmezken ayrıca varlığın da kıymetini bilemiyor. Evet bu çok klişe!

Aynı şartlarda yaşamamış hatta yaşayabilse de kişilik farklılıklarından dolayı aynı sonuçların çıkmayacağı gerçeği açık seçikken; oturdukları yerden ahkam keserek, büyük laflarla ne kadar yüzeysel olduğunu bilmeden, saçma sapan olasılıkları sıralayı veriyorlar yüzünüze.

Başımıza gelen bir şeyi yakınımızdaki birileriyle paylaşma isteğimiz genelde normaldir. Bunun gaflet olup olmaması ise dinleyicimizin sadece 'dinleyici' olarak kalıp kalamamasına bağlıdır... ne yazık durum maalesef dedirtecek şekilde gelişiyor.

Anlattıklarınızı deneyimlediği hayatın perspektifiyle inceleyip size fikir vermeye çalışıyorlar. Dediklerini yapmadığınız için daha kötü olduğunuza, size bazı tabirler yakıştırarak karar verirler. İsim ananız oluvermişlerdir çoktan!

“Ya sen çok duygusal bakıyorsun olaylara, gerçeği göremiyorsun!”

“Aslında buradaki olay şu” ... gibi gibi kadim sözler ve kahin bir edayla yorumlar yaparlar.

“Çok sert bir karaktersin sen,” benzerinde olduğu gibi, yaşadıklarınız ve mücadele etme şeklinizin ne olduğu ve ne kadar bilindiği umursanmadan...Hayatında bir tokat yememiş kadın arkadaşınız pat diye bunları söyleyebilir. Başınıza gelmesinden korktuğunuz şeyler için ÖNLEMLİ yaşamaya çalışırken siz...

Hayatında hiç parasız kalmamış erkek dostunuz, “Rahat olsana biraz, parayı mezara mı götürcen?” sözcükleriyle sizi cimri ilan edebilir. Bununla da kalmaz, “Bi daha mı geleceğiz dünyaya, sal gitsin!” bile der... Tamam ben de çok istiyorum zaten salmayı, orda sıkıntı yok da… salacak yerlerim ağrıyor!

Salmanın en mümkün olduğu dönem çocukluk olmalı sanıyordum, o yıllarda da mümkün olamamıştı zaten.

İşte böyle böyle küçük bir kirpi kız doğdu yeryüzüne. Korktuğum her şey için bir savunma geliştirmek zorunda kaldım. Bunlar davranışlarım için etraftan aldığım tepki ya da tanımlarla oluştu. Yaşamımda travma sayılabilecek her bir durum için irili ufaklı kararlar aldım. Bu kararlar dışardan bakanlar hatta beni hiç tanımayanlar için bile çok keskin ve sivri görünüyordu. Her bir kararım hem onlar hem benim için birer diken etkisindeydi. Genelde soğuk, mesafeli bir karakter olarak adlandırılıyordum. Bu dikenlerimin sayısı ve yoğunluğu yaşım ilerledikçe git gide artı tabii…

Şimdilerde kırk yaşlarında bir kirpiyim.

Öyle ki bir rutin içine sıkışmış olan hayatımdan şöyle kısa mesafeli bir düş yolculuğuna bile çıkamıyorum. En son ne düşleyebildim ?
- Hiçbir şey !
Evet evet hiçbir şey. Yolculuk için en uygun zamanlardan biri olan kahvemi içtiğim an , tam harekete geçecekken hop yapmam gereken ve yine ertelenmiş olan bir konu geliyor aklıma.
Artık üzerine olmayan o kıyafetlerden ne zaman kurtulacaksın ? ya da ; ağrıyan dişine bi baktırsan iyi olmaz mı? Nilgün ablayıda aramadın hala. Ertelemeyi bile erteleyecek üşengeçliğe varmak üzereyim.
Kelime israfında bulunmamak için daha az konuşmakla yetinen ben...
Yorgunum.

Biraz düş kurabilmek isterdim. Dev bir ağacın en yüksek dalına tırmandığımı , bir bulutun üstünde öğle uykusuna daldığımı , bir anne köpeğin dilinin ucundaki yavrusu olmak hatta bir çocuğun yere düşen şekeri olmak ...
Sonra kağıtlara akmak ve harflere bürünmek isterdim.

Zihnimi bir seferde anlaşılma arzusu bu kadar sarmışken
vaktini buna harcamayacak kadar 'meşgul' insanlarla dolu etrafım. Söylemekten vazgeçtiğim cümle öbekleri ayaklarıma dolanmış. Günün birinde şiir olup düşeceğiz birlikte yeryüzüne!

Et mirasçısı topraklar parsel parsel dikey tabutlara ayrılmış.
Ölümler birinci aşamasını betonlar eşliğinde tamamlıyor gibi.
Yeraltı heye'cansız' bekliyor.
Kuşlar ayın personeli her daim. Gökyüzü olması gerektiğinden daha az mavi sanki. Upuzun kahkahalar ne kadar da itici. Çırılçıplak gülüş.
Sıkıcı bir film gibiler. En başından sonunu anladığımız.

Doğduk , geçmişe uzak geleceğe uzağız. Henüz ikisinin de oluşması için yeterli zaman yok. Gün geçtikçe geçmişten uzaklaşıp geleceğe doğru biraz daha yaklaşıyoruz. Çocukluk yıllarımızda koşa koşa geleceğimize doğru yol alıyoruz. Sıklıkla şeker ve çikolata yemek için duraksayıp sonra tekrar koşmaya devam ediyoruz. Aynada kendimize şöyle bir bakma gereği hissettiğimiz ergenlik yıllarımızda başımızın belası sivilceler bizi epey meşgul etse de hayat devam ediyor bize doğru gelmeye devam eden geleceğimize koşmaya devam ediyoruz. Ne aldığımız kilolar, ne kazanamadığımız sınavlar buna engel olamıyor. Yol akıyor da akıyor. Düşünsenize yolculuğunuza bir bakmışsınız ki iki kişi hatta bir süre sonra 3 kişi devam ediyorsunuz. Ama hızınızda bir değişiklik yok ne siz ne geleceğiniz hız kaybetmiyor!
Kaptırmış giderken bir de bakıyorsunuz ki artık geçmişinize ve geleceğinize eşit uzaklık sayılabilecek 45'li yaşlara gelmişssiniz. Kafanızı çevirip geriye baktığınızda uzaktan size el sallayan çocukluğunuz ve ileriye baktığınızda ise kataraktlı gözleri ile size bakan yaşlılığınız arasında kalakalmışsınızdır.
Geçmişi de geleceğide kendi zamanı dışında yaşamamız mümkün değilken bulunduğumuz yaştaki 'an'ı en güzel haliyle değerlendirmek daha az ukde sahibi olmamızı sağlayacaktır. Burdan tüm 45'liklere sesleniyorum :) Başkalarını bilmem ama siz 'an'ı güzel yaşayın. Kafanızı ne geriye , ne ileriye çevirmeyin . Önünüze bakın derim ;)


Hayatın ünvanlarından biri de 'heykeltraş' olsa gerek;
Başımıza gelen ve gelmeyen , iyi ya da kötü diye tanımlayabileceğimiz her olay
hayatın bizi biçimlenlendirme şekli değil de nedir ?

Travması yüksek olayların büyük darbesi büyük bir çekiç gibi ...
Mesela sevgili annemi kaybettiğimde , başıma gelen bu üzücü olay sonucu
boynum oluşmuş gibi geliyor.
O güne kadar sanki boynum yokmuş da sağı solu ,arkamı vs göremiyormuşum gibi.
O günden sonra bakış açımda ciddi bir fark oldu .
İnsanın yanında kimlerin olduğunu görmesi içinde boynu olması gerekmez mi?
Hangi yöne ve o yöne kiminle gidilip gidilmeyeceğini bilmek için.
Boynu olan insanların yalnızlığı huzurlu mutsuzluk oluyor.
iki kötüden birini seçmesi gerektiğinde; içinde yanlızlık geçen cümleyi seçiyorlar genelde.

Başımıza gelenler arasında diğer önemli darbe ise bacakları oluşturanlar.
Benim bacaklarım babamla ilgili travmalarım sonrası oluştu.
Yani babamdan kaçıp, babamı ararken çok güçlü bacaklara sahip oldum. Nasıl bir heykeltraş eserlerini sadece çekiç darbeleri ile oluşturmuyorsa hayatta bizleri hem sert hem yumuşak hamleleri ile oluşturuyor. Hatta hayat bazen bizi cilalayıp parlatıyor :)


Başarı zedelenmektir -Acıların 'anı'ya dönüşmesi- Sanki bir tür üst güç, yalnızca fark edebilen (zeki) insanların yaşamını korumak üzere, acımasızca taktik ve stratejiler kullanarak koyun gibi hareket eden bireyleri katlediyor. … Yaşadığımız zorluk ve verdiği acılar birer anıya dönüşmeli. Ancak anıya dönüşmeyi başardıkları oranda bize ders verebilirler. Ve ancak acılı anılara sahip kişiler ve birbirinden aldıkları güzel dersler onları zeki halleriyle donatabilir ve başarılı bireyler haline dönüştürebilir. Başarının hammadesi olabilecekleri şöyle düşünemez miyiz sizce de? Kıvamı en yoğun ve güçlü yaşanılan olgular BAŞARISIZLIKLARDIR bir nevi. Ne kadar çok başarısızlık o kadar çok deneme ve o kadar çok yeniden harekete geçmedir. Yapamaya yapamaya daha derin öğreniliyor bir şeyler. Biraz hayal kırıklığı da eklenince işin içine, insan, olmuş halini hayal ediyor uzunca bir süre. Hayal kırıklıklarının yara bandı oluyor “Olsaydı böyle olurdu”yu düşünmek. Çevremizin bize İNANÇSIZLIĞInın da etkisi oluyor haliyle gelecekteki başarılarımıza. Derler ya, insan, kendisinin yapamayacağı şeyi başkasının da yapamayacağını söyler! Bunu ne kadar erken fark edersek o kadar iyi olur, yaşama yönelik arzumuzun sönmemesi için :) Son olarak imkansızlık ! Hepimiz şahit olmuşuzdur, çevremizde imkanlar içinde resmen boğulan kişilere. Hatta hep içimizden de geçmiştir, “Lan be, şu imkan bende olacak öttürürüm yeminle!” Bi kere yemin etme çarpılırsın :D Mesele şu ki insanın yaratıcı bir üretkenliğe sahip olmasının elinde bulunan imkanlarla doğrudan bir bağı yok. Aksi halde geçmişte yoksulluk çeken onca bilgenin, sanatçının, yazarın ve daha birçoğunun hakkını yemiş oluruz. İnsan ne kadar eksik ve zedelenmişse o denli üretken, zihni o denli doğurgan oluyor. Hayattan, çevresinden memnun olmama durumu kişiyi odağını toplayıp bir şeylerle uğraşmaya yönlendiriyor. Belki de bir şeylerden kaçayım derken bir sanatçıya dönüşüveriyor ya da yaşamı kolaylaştıracak hatta hayati önem taşıyacak bir keşfi gerçekleştiriveriyor. Demem o ki, başarılmış her şey bir şekilde zedelenmiş bir iradeden gelmiş gibi geliyor bana. Önemli olan acıları anıya, anıları (keyfe) dönüştürebilmek...